Nermin Yıldırım'dan minik bir hediye
100 Yazar isimli bir projenin, fotoğraf çekme işini üstlendim. ilk Yazar Nermin Yıldırım’dı. Açıkçası önceki geceden oldukça heyecanlıydım. Konsept tam olarak belli değildi, hangi teknikleri kullanacağım bana bırakılmıştı. Portre fotoğraflarını çekmek belki de fotoğrafçılıktaki en özel işti.
Buluşacağımız Cafe’ye Nermin Hanım zamanında geldi. Ünlü bir yazar ile bir Cafe’de tanışmak, daha sonra Onunla sohbet ederek fotoğraflarını çekmek çok keyifli bir o kadarda heyecan verici bir deneyim olacaktı.
Nermin Hanım’ın enerjisi harika, hem dingin tarafını hemde muzip tarafını bir arada görebiliyordum. O’nu tanımak için sorduğum soruların ucunu ustalıkla bana bağladığında nasıl oluyordu da kendimi de anlayabiliyordum? Yazar olmak böyle bir şeydi, ben bir yanımı fotoğraflarla ifade ederken o sözleriyle anlamları ortaya çıkarıyordu.
Yazmanın bir gereklilik olduğunu söylediğinde benim içinde fotoğraf çekmenin bir amaç veya araç olmaktan ziyade bir gereklilik olduğunu anlamıştım. Dedim ya O’na sorarken ben öğreniyordum.
Nermin Hanım yazmaya başladığında tüm hayat ile ilişkisini kesiyor, gerçekten kafasında yarattığı hayal’in içinde belki bir karakter, belki tüm karakterlere tepeden bakan bir anlatıcı gibi yaşıyordu. Bunları daha çok yürürken hayal ediyor daha sonra durup yazmaya başlıyordu. Böylece o başını hafifçe yukarı kaldırıp gökyüzüne bakarken yan profilden portresi için en güzel açıyı bu sayede keşfediyorum.
O kadar yetenekli ki hayal dünyasındakileri kağıda aktarırken biz de O’nun gözünden tüm detayları okuyabiliyorduk.
Nermin Hanım’la fotoğraf çekmek kadar sokaklarda dolaşmakta keyifliydi, Şirinlik her kapıyı açar felsefesini canlı olarak bana gösterdi, yoksa fotoğrafları çektiğim antikacı dükkanın kapıları bize ardına kadar açılmaz, hatta dışarıdaki yağmurdan ıslanmış antika ferforje bankın üzerine dükkan sahibinin o kilimi serilmesiydi bu güzel fotoğrafları da çekmemiz hayal olurdu. Evet şirinlik her kapıyı açıyordu bunu da yaşayarak öğrenip Nermin Hanım dan öğrendiklerimin arasına eklemiştim.
Gün sonunda projenin konsepti ve teknikleri konusunda fikirlerim çoğunlukla oluşmuştu. Bir Kafede oturup fotoğrafları değerlendirirken ilk yazarımızdan aldığım güzel enerjinin, sonradaki çekimler içinde bana enerji olarak depolanacağını biliyordum.
Akşam evde günün yorgunluğunu atacakken “Benden minik bir hediye” isimli mail aldım. Güne dair yaşadıklarımızı anlatan bir hediyeydi. Bir yazarla bir anınızın, yazar tarafından hikaye tadında anlatması tarif edilemez bir mutluluktu. Onun sözcüklerinin büyüsü benim fotoğraflarla iç dünyasını resmetme kabiliyetimin çok ötesinde bir şeydi.
... İşte o Hikaye..
Buluşacağımız kafeye vardığımda, Ali oturmuş çayını içiyor. Daha evvel tanışmamıştık, ama yanındaki fotoğraf çantasından onun o olduğunu anlamak kolay. Bir iskemleye yerleşip ben de çay söylüyorum. Sabahın körü, afyonum patlamamış. Evden siyahlar içinde çıkıp gelirken, fotoğrafçılar genellikle renk ister, acaba halimi görünce gıcık olacak mı diye düşünmüştüm. Bakıyorum, yüzünde hiç de öyle üstümdeki renkleri tartan bir hal yok. Tutup neden yazdığımı soruyor bana durup dururken. Şaşırıyorum. Anlatmaya başlıyorum sonra. “Galiba en temelde, başka bir ihtimalle hiç tanışmadığım için yazıyorum. Yazmak hep parçasıydı hayatımın. İstek bile değil, bir ihtiyaç bu. Peki sen neden fotoğraf çekiyorsun?” O da içindeki fotoğraf tutkusundan bahsediyor. Fotoğraflardan bahsederken yüzü ışıldıyor. Bu ortak dil hoşuma gidiyor. Sonra, bir röportajımı okuduğunu ve yazmadan evvel yürümeyi sevdiğimi öğrendiğini söylüyor. Bunun sebebini soruyor bana. Röportaj yapar gibi bir hali var. Bana anlatılan proje böyle değildi. Hani fotoğraf çekecekti? Sohbetperver biri olduğunu düşünüp anlatmaya koyuluyorum. Eh ben de geveze sayılırım neticede.
“Her sabah evden çıkıp yürüyorum, temiz hava alıyorum, o gün yazacaklarımı düşünüp bazen bir ağacın altında mesela durup not alıyorum” filan diyorum ona. Anlatıyorum işte günlük rutinimi, o rutinin peşine takılmışken neler hissettiğimi... O da yeni sorular sorup gelen cevapları ilgiyle dinliyor.
Yüzünde garip bir ifade. Verdiğim cevapları bir puzzle’ın parçaları gibi bir yerlere yerleştiriyor sanki usulca. Nereye? Henüz bilmiyorum. Sadece edebiyata meraklı bir fotoğrafçı olduğunu düşünüyorum. Henüz işine başlamadı. Şimdilik sadece çaylarımızı yudumlayıp çene çalıyoruz. Yani ben öyle sanıyorum. Sonradan anlayacağım, Ali çoktan çalışmaya başlamış bile. Sadece benim henüz haberim yok.
“Eee başlayalım mı?” diyorum kibarca. Çevresine bakınıyor. Fotoğrafları o kafede çekmekten yana değilim ben. Hep gittiğim yer. Poz vermek yersiz artistlik gibi gelecek bana, utanacağım. Ali çekincemi hemen anlıyor, hiç ısrar etmiyor. “Nerede rahat hissedeceksen” diyor. Ayaklanıyoruz.
Buluştuğumuz semt İstanbul’a geldikçe yaşadığım yer. Memleketten taşınmadan evvel de burada yaşıyordum. Yani civarı Ali’den iyi biliyorum. İlgisini çekebileceğini düşündüğüm bir sokağa götürüyorum onu. Antikacılarla dolu bir yer. Sokağa girdiğimizden beri aklımda bir dükkan var aslında ama onun gönlü nereyi çekerse çekimi orada yapalım diye söylemiyorum. Bütün sokağı baştan başa yürüyoruz. Ali sonra o ilk yere, benim gönlümden geçene yönelip önünde duruyor. O da mı burayı sevdi, yoksa benim burayı sevdiğimi mi hissetti bir şekilde? Emin olamıyorum.
Dükkan sahiplerinden izin alıp çekime başlıyoruz içeride. Birlikte kolay çalışıyoruz. Eşim fotoğrafçı olduğu için ben onun dilinden biraz anlıyorum. Ama o benim dilimi nasıl bu kadar kolay çözüyor, onu anlamıyorum işte. Mekanın her metrekaresini kullanarak yapıyor çekimi. Oradan oraya zıplıyor. Bana her günkü ritmimden bahsediyor. Az evvel öğrendiklerini anlatıyor yani. “Uzaklara bak” diyor mesela. Uzak ufuklara bakılan o malum fotoğraflardan çekeceğimizi sanıyorum ama öyle olmuyor. “Oralarda yürüyorsun yine bu sabah” diye anlatıyor. Çekiyor bir kaç kere. Poz verirken hiç gerilmiyorum. Sanırım zaten poz da vermiyorum. Kendi taklidimi yapıyorum belki. Sonra taklit gittikçe aslına benziyor, aslıyla karışıyor.
“Şimdi aniden durdun” diyor, Ali. “Not alıyorsun, aklına bir fikir geldi.” Anlatıyor da anlatıyor. Çekiyor da çekiyor.
Derken her sabahki yolculuğuma çıkmış buluyorum kendimi. Kafamda roman kahramanları fink atmaya başlıyor. E hani fotoğraf çekecektik? Şimdi ben neden roman yazıyorum? Ali fotoğraf çekiyor, ben kafamın içinde bir şeyler yazıyorum. Ali, nasıl beceriyorsa artık, kafamın içinde yazılanları dışarıdan görüyor.
Çekim sürüyor da sürüyor. Sürüyor da sürüyor. Ben kafamın içinde yazıyorum, Ali kafamın dışında çekiyor.
En nihayet, yüzünde memnun bir tebessüm, gösteriyor fotoğrafları. Garip şey. Sıradan bir sabahımı buluyorum orada. Fotoğrafa baktığımda, romandaki karakterlerle boğuşarak yürüdüğümü, aniden bir fikirle durduğumu, aklımdakileri not defterime geçirirken heyecanlandığımı filan görüyorum. Şimdi hepsi fotoğraf. Mı acaba? Suretler elbette asıllara beziyor ve bazen de ikisi birbirine fena halde karışabiliyor.
Fotoğraflara bakarken kafedeki sohbeti hatırlıyorum. Ali bir röportör gibi değil, ama bir doktor gibi konuşmuş demek benimle. Yazının ruhunu fotoğrafın ruhuna geçirecek, bir sureti öbürüne ilikleyecek işaretlerin peşindeymiş başından beri. Ben nasıl şimdi onun hikâyesini sözcüklerle yazmaya çalışıyorsam, onun da benimkini fotoğraflarla kurduğunu, hem de bunu ilk karşılaştığımız andan beri yaptığını o zaman anlıyorum. Ali’nin fotoğrafları çekmeye deklanşöre basmadan çok evvel başladığını yani. Biz iki hikâyeci, önce fotoğraflara sonra birbirimize bakıp gülümsüyoruz.
Şahane fotoğraflar. Teşekkürler Ali.
Nermin Yıldırım